Okul yöneticilerinin ve hocalarının odaları bir kata
sıkıştırılmış. Benim de bir ayağım bu katta. Kâh bir soru, kâh bir onay için gidip
gidip geliyorum.
Bu kata gidip gelirken de bir adamla karşılaşırdım. Sevimli,
güler yüzlü, boylu poslu, orta yaşın üstünde yakışıklı bir adamdı bu. Nedense koridorda
oraya buraya giderken görürdüm onu.
Bu adama nedenini bilmem ama müthiş derecede kanım
kaynamıştı. En çok da güler yüzlü olmasına bayılmıştım. Gerçekten de somurtkan
insanlardan nefret ediyordum. Nasıl olur da o kadar uzun süreli somurtkan
kalabildiklerine hep hayret etmişimdir. Kaldı ki Erzurum’da güler yüzlü insan
bulmak öyle sanıldığı gibi sıradan bir şey de değil. Resmen mumla
arıyorsunuz!
İşte bu adamla ne zaman karşılaşacak olsak içimi bir sevinç
kaplıyordu, olsun ki çok eski bir dostumu görmüşüm ya da çok sıkı fıkı olduğum
sıcak bir arkadaşımı görmüş gibi. Üstelik “Çok şükür, benden başka da sebepsiz
gülebilen insanlar varmış!” diyerek için için de mutlu olurdum.
Bir gün yine hocalardan birinin odasından çıkmıştım, sınıfa
doğru gidiyordum ki ne göreyim! Benim adamım geliyor ama sol elinin baş
parmağında kafam kadar bir sargı! Bir telaşlandım, sorma gitsin!
Üzüntümden ne yapacağımı şaşırdım. Hemen atıldım söze o
benim yanımdan geçerken; koridor hukukumuza dayalı olarak:
“Çok geçmiş olsun, neyiniz var?”
Adam, beklemediği bu ilgi karşısında duraksadı önce ama güleç
yüzünü kaplayan o şüpheci bakışlar kısa bir sürede dağıldı. Sevimli bir
hareketle elini kaldırıp “Baş parmağımı kırdım ama önemli değil. Kısa sürede
geçermiş.” dedi. Ani bir refleksle cevap verdim:
“Öyle mi? Çok üzüldüm. Umarım gerçekten de kısa sürede
geçer.”
Kaşlarını kaldırıp kısa bir şaşkınlık sonrası teşekkür edip
yoluna saygılı bir selam verdikten sonra devam etti.
Adamımla kısa da olsa bu sıcak iletişimimiz aslında beni
mutlu etti. Evet, yoldan geçen sevimli insanları bile sevebilecek kadar sıcak
bir yüreğim vardı ama sevdiğim insanlarla paylaşımlarda bulunmak aslında beni
daha da mutlu ederdi. Yani adamımla bir anımız olmuştu, şöyle ya da böyle. Ama bu
çok güzel ve çok değerliydi benim için.
Bu sevimli adamın başına bir daha kötü şeyler gelmesin diye
dualar ederek sınıfa geçtim.
Aradan birkaç gün geçti, ortalıkta bir lakırdı: “Dekan her
an baskın yapıp bizi kontrol edebilir!”
O zamana kadar hiç merak etmediğim bir şey geldi aklıma ve
arkadaşlara sordum.
“Sahiden de yahu, kim bizim dekan?”
İsmini söylüyorlar Prof. Dr. Kemal Yiğiter diyorlar ama benim için hiçbir anlam ifade
etmiyordu. Öylesine bir isimdi işte. Ben ne bileyim o kim?
“Yahu tarif edin şu adamı. Belki bir yerlerde görmüşümdür.” diyorum.
Başlıyorlar anlatmaya; yaşlıca, sessiz sedasız bir profesörmüş işte. Kesinlikle hiç
ama hiç tanıdık gelmiyor!
O gün artık kaç kişiyi bunalttıysam bilinmez, fakültenin
dışındaki balkondan etrafı seyrettiğim sırada bir arkadaş koluma bir çimdik atıverdi. “Bak
Elçin bak, bu gelen dekan!” dedi.
Etrafıma baktım, ortalarda tasvire uygun ne gelen vardı ne
giden. Bu defa beni çimdikleyen arkadaş durumu anlamış olacak ki gelen
bir arabayı gösterdi.”Bak, işte şu
arabanın içinde. Bu onun makam arabası. Birazdan önümüzde duracak ve içinden
dekan çıkacak. O zaman sen de onu görmüş
olursun!”
Heyecanla dekanı beklemeye koyuldum.
Arabanın öyle hız falan yapabilecek hali pek yoktu. Eski Renault arkası kesik arabalardan ve benzin kokusu o kadar mesafeden bile boğazımı yakmayı becerebiliyordu.
Takırdaya tıkırdaya gelen siyah araba sahiden de balkonun dibine
park etti. Bu sırada beni çimdikleyen arkadaş ortalıktan yok olmuştu. Nedense Anadolu
insanının böyle utangaç bir yanı vardı, o da bir Anadolu çocuğu olduğuna göre
ortadan kaybolması son derece normaldi.
Onun yokluğuna çok aldırmadan dekanı meraklı gözlerle
beklemeye koyuldum.
O benim dekanımsa sanırım onu tanıma hakkım da vardı.
Veeee...
Arabanın köhne kapısı açıldıııııı. İçinden dekan çıktııııııı.
Aaaaaaaaa!
Ama bu benim sevimli adam!
Adamım arabadan tam bir beyefendi olarak tüm mütevaziliğiyle
indi. Merdivenlere yöneldi. Yine o sevimli, güleç haliyle nasıl olduysa beni
fark etti. Elini gülerek bana gösterip baş parmağıyla ufak bir selam çaktı.
İster istemez dudaklarımdan döküldü kelimeler.
“Aaaa... Eliniz... İyileşmiş... Çok geçmiş olsun.”
****Doğunun Parisi****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder