10 Mayıs 2016 Salı

4 – KARAKOLDA AYNA VAR

karakolda ayna var, erzurum, atatürk üniversitesi,


Elime aldım fotoğraf makinemi, çekim yapmak istiyorum Erzurum’da.
Kâh bir böcek, kâh bir çiçek...

Hiç farketmezdi benim için; yeter ki buraya has bir şey olsun. Ama bir türlü karar veremiyordum neyi ve nereyi çekeceğime.

Düşünüyordum; önce etrafı kolaçan edeyim, nerede ne var bakayım, sonra da gelip çekim yapayım diyordum.

Ve...
Beklediğim gün gelip çattı.

Hafta sonu çekim için anlaştığımız arkadaşla lay lay lom yaparak başlıyoruz güne.

Önce Şehitlik.

Orada yapılan Kurtuluş Savaşlarında kanlarını dökmüş olan şehitler için üç direkli anıt dikmiş Erzurumlular. Bir de şehitlerin savaş esnasında kılıç, kalkan atılımlarını ifade eden koca bir heykel.
Ayrıntılar alıyorum, alttan üstten... Sonra arkadaşı koyuyorum anıtın önüne hatıra fotoğrafı çekiyorum.

Oradan geçiyoruz hemen karşısında ve adını bir türlü adam gibi öğrenemediğim parka. Parkın aman aman bir özelliği yok aslında. Düz bir beton. O betonun bitiminde de dikdörtgen prizma üstünde dalgalanan bir bayrak figürü. Ben bile yaparım bu heykeli! Acaba çok mu para veriyorlar bunu yaptırmak için diye de söyleniyorum.  Ya da böyle bir parkı dizayn etmek için çok mu uğraştılar sahiden diyorum. Hayatımda görüp göreceğim en anlamsız hatta saçma sapan diyebileceğim bu parkı, sırf bu anlamsızlığı yüzünden çekiyorum. Yine son kare olarak arkadaşı heykelin önüne dikip hatıra fotoğrafı çekiyorum.

Sonraki durağımız Havuz Başı olarak adlandırılan yerdi. Havuz Başı, aslında hoş bir yer. Erzurum’un o kuru, soğuk ve tek tip şehirciliğine ufak da olsa bir renk katıyordu. Hatta burası olmazsa Erzurum, Erzurum olmaz bile diyebilirdim. Abartmıyorum. İnsanlar için de ayrı bir yeri olduğu çok belliydi. Gelip çekirdeklerini gönül rahatlığıyla çitleyebildikleri ender yerlerin başında geliyordu havuz başı. Daha ne olsun! Hem havuzun içinden şöyle sular fışkırıyor, insanın yüzüne bir ferahlık esiyor falan. Erzurum’da deniz mi var, göl mü var? Şehrin ortasında böyle akan suya doya doya bakmakta bence sonuna kadar haklılar.

Havuz başına bir de Atatürk heykeli dikmişler. Atatürk konulu çalışma bir de Şehitlikte var.
Ve bir de belediyenin önünde büst olarak var. Şehrin diğer yerlerinde başka başka heykeller de var ama onlar Erzurum’un kahraman halkından örneklemeler.  Mesela en meşhuru Nene Hatun heykeli. O heykel de havuz başından başlayan caddenin yani Cumhuriyet Caddesinin bitiminde yer alıyor. Her küçük ilin bir mecburiyet caddesi vardır ya hani Erzurum'unki de işte bu; Cumhuriyet Caddesi.
Bana kalırsa Erzurum'daki en güzel heykel, havuz başında dikilip şehrin en işlek caddesine bakarak halkını selamlayan işte bu Atatürk heykeliydi. Alt figürleri falan da güzel işlenmişti üstelik. Hem de ne taraftan bakarsan bak, yaşayan bir heykeldi bu. Gayet güzel bir biçimde yapılmıştı. Bol bol fotoğrafını çektim. Sonra yine bir hatıra fotoğrafı...

Derken karar veremiyorum. Şimdi nereye gitmeli? Acaba havuz başına açılan bu dört caddeden hangisine gitmeliydik? Havuz başına açılan dört ayrı caddede de belirlediğim yerler vardı.
Çekimden sonra bir şeyler yer içeriz düşüncesiyle hemen sağımızdaki caddeyi tercih ettik.

Ve...
İlk ev.

İşte bu evin bahçesini çok seviyorum.
Aslına bakılırsa burası güzel bir ev filan değildi ama bir özelliği vardı.
Erzurum’da dış mimarisi düşünülerek ve bir estetik kaygı hissedilerek bir şeyler yapılmak istenilen o zamanlardaki tek binaydı burası.

Küçük bir de bahçesi vardı. Budanmış ağaçların dikenli tel görünümü vermesine rağmen şirinliğini koruyabilen evden bir kare almayı başarıyorum. Sonra beğenmiyorum, daha güzel  bir açı araştırıyorum, yeniden deniyorum derken...

Bir anda ortalık karışıyor!

Bahçeden bir görevli bağıra çağıra, eller kollar havada fırlayıveriyor karşımıza!
Bana ne yaptığımı soruyor, elimdeki fotoğraf makinesiyle şaşkın şaşkın adama bakıyorum. Kem küm ederek fotoğraf çekimi yaptığıma dair bazı lakırdılar ediyorum. Beni dinlemiyor.

Zaten dinlemesine de fırsat kalmıyor çünkü...

Na-ni-na-niiii-naaaa-niiii diye seslerle etrafımız çevriliyor bir anda. Hemen yanımızdaki caddeye dizilen polis arabalarından inen polisler bizi tutup arabalardan birine sokuyor ve doğruca karakola!
Hayretle neler olduğunu soruyorum, komiser dedikleri adam cevap veriyor:

İhbar yapıldı bize, valinin evini gözetleyen şüpheli şahıslar olduğunu söylediler, atlayıp geldik!”
Hayretim bir kat daha artıyor.

“O şüpheli şahıslar biz mi oluyoruz?” diye soruyorum. Önce bir sessizlik çöküyor havaya, sonra polisler birbirine bakarak kıkırdarken o sessizliği kendileri bozuyor.

Öyle ya, gözetleyen adan elinde fotoğraf makinesi, valinin evinin dibinde mi yapardı bu işi?
Karakolun önünde dizi dizi arabalarla geldiğimiz konvoydan iniyoruz. Ben hâlâ “içeri” alınacağımızı düşünmüyor, oradan salıverileceğimizi sanıyorum. Çünkü bana kalırsa onlar da anladı bizim alt tarafı iki öğrenci  olduğumuzu. Dahası kötü niyetli olmadığımız gün gibi ortada. Salak değillerdi ya şıp diye anladılar tabi!

“Şöyle gelin kızlar, ifadenizi alalım.” diyorlar. Biz iki kafadar birbirimize baka baka karakoldan içeri giriyoruz. Aman bir polis kaynıyor  ortalık, sorma gitsin! Aklımız ha durdu ha duracak!

Sanki Erzurum’un bütün polisleri oraya dökülmüş!
Hepsi bizi görünce önce bir kalıp sonra “pıh” diye bir ses çıkarıp elleriyle ağızlarını tıkayarak kıkırdamaya başlıyor. Kimisi “Şüpheli şahıs bunlar mıymış?” diye alenen söylüyor da.
Sonra bir odaya alıyorlar bizi, sonra da ifademizi...

Karakolun başı olan adam bizi görmek istiyor; giriyoruz.

Nursuz, suratsız, meymenetsiz bir herif!

Beni bir azarlıyor, donup kalıyorum. Yok benim  başka işim mi yokmuş  da fotoğraf çekiyormuşum! Yok efendim çekecek başka yer mi yokmuş da bula bula valinin konağını mı bulmuş çekmişim! Hem ben biliyor muymuşum Ömer Sabancı’nın nasıl öldürüldüğünü?

Bir azar, bir azar; sinirden kıpkırmızı oluyorum.

Normal şartlar altında bu herifin hakkından gelemeyecek biri değildim ama malumunuz karakoldayız ve bilmediğim bir ayna mevzusu var ki gözlerim dört dönüyor. Acaba bu ayna nedir, nerededir diye merakla etrafı inceliyorum. Ne bilirim ben aynayı, aynasızı!

“Haydi şimdi git, bir daha da gelme!” diyerek beni odasından kovan nursuz herifin yanından çıktım. Ben de hiç olmazsa çıkarken bir şeyler yapayım düşüncesiyle, kapıyı küt diye çarparak çıktım.
Var mı öyle karşımda bar bar bağırmak!

Çıktım ki ne göreyim? 

Benim makineler polislerin elinde oyuncak olmuş! Makineler elden ele dolaşıp kurcalanıyor! Bir de dilde bir mevzu: “Acaba kaça satar?”, “Bedavaya konarız be!”

Zaten içeride azarı yemişim! Bir de bunları böyle görünce bir hışımla atılıverdim odaya.
“Ne yapıyorsunuz siz? Bozacaksınız ya hu!” 

Polisler bakakalıyorlar bana.
Sonra derlenip toparlanarak kendilerine geliyorlar. İçlerinden biri konuyu toparlıyor:

“Bunun içindeki filmi almamız lazım. Çıkaralım!”

“Hayır!” diye bir kez daha atılıyorum.
Öyle ha deyince film çıkar mı? Karanlık odada çıkması lazım. Ben çıkarırım! Olmazsa hemen şuradan bir fotoğrafçıya verelim tab etsin, ben de size o lanet kareyi vereyim; ne yaparsanız yapın! Ama diğerlerini veremem, onlar benim!”

Garip garip yüzüme bakıyorlar. Aslında isteseler değil filmleri, makinelerimi bile alabileceklerini bal gibi anladım. Ama kendimi savunmayı da ihmal etmek istemiyorum. Sorun çıkarmıyorlar.
Anlaşıyoruz.

Filme gerek yok diyorlar ancak hakkımızdaki suç işlemesi mi ne onun gibi bir şey dediler, işte ondan yapacaklarmış. İtiraz ediyorum!

“Fotoğraf çekmek yasaktır diye bir tabelanın olmadığı her yerde fotoğraf çekilir ve bu suç değildir! Ben orada öyle bir tabela görmedim!” dedim.

Böyle alevli alevli kendimi savunurken polislerin yüzüne ablak bir ifade gelip oturdu.
“Vardı” diye fısıldadı birisi, hemen ona dönüp “YOKTU!” diye sesimi yükselttim. Bir diğeri durumu kurtarabilmek için “vardır” diye sürdürdü sürtüşmeyi.

“Hayır yoktu!” diye ısrar ettim.

Olmuyor, üç yüz metre mesafedeki “olay mahalli”ne bir ekip arabası gönderdiler. Sonra telsizle olduğumuz yere bildiri yaptılar.


“Şüpheli şahısları serbest bırakın, burada öyle bir ibare yok!”

****Doğunun Parisi****

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder