Yorgunluktan ayağımı bile nasıl atacağımı bilemeyen bir halde
Atatürk Üniversitesi Rektörlüğünün koridorlarında, bilmem ne müdüründen almam
gereken kağıdın peşinde koştururken bir yandan da gerekli olan tüm kağıtları
neden bir tek masadan vermediklerine hayıflanıyordum.
Bereket versin ki yalnız değildim, ara sıra bana eşlik eden
abime dönüp içimi döküyordum.
Birlikte yürüyoruz derken ilgili kişinin kapısına gidip
dikilmeye başladık. Müthiş bir kalabalık içindeyiz; e tabi o kadar öğrenci bu
adamdan aynı kağıdı almak için bekliyordu.
Arada bir başımı kapıdan içeri sokup bakıyordum. Adam,
önünde duran hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Belli ki alışmış, hep iş mi biraz da
keyif yapalım derken işi büsbütün keyfe dönüştürmüş.
Bir bekliyorum, iki bekliyorum ve dayanamayıp kendimi içeri
atıyorum.
Daha ben malumatımı belirtmeden adımın ne olduğunu sordu,
ben de söyledim.
Aman Allah'ım!
Bir sevinç, bir sevinç!
Gözlerime inanamıyorum!
“Aman da hoş geldin, aman da hoş geldin!”
Gözlerime inanamıyorum!
“Aman da hoş geldin, aman da hoş geldin!”
Düşünüyorum, acaba bu adam üniversiteye başlayan herkesi
aynı sevinçle karşılıyor olabilir mi diye?
Neredeyse adamcağız kalkıp ellerime yapışacak! Bir sevinç,
bir sevinç ki bitmek bilmiyor!
O da yetmiyor, sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi “Elçin! Ne
içersin; çay mı kahve mi?” diyor.
Kapının ağzında dikilmeye devam eden abimle bakışıp
neler olduğuna dair kaş göz işareti ile
konuştuğumuzu fark eden adam, durumu fazla önemsemiyor. Ben de bir daha kaşım
gözüm kapıdaki biriyle oynaşıp dururken adama yakalanmayayım diye başımı ona
çevirip şu meşhur kağıdımı verip vermeyeceğini merakla beklemeye koyuldum.
Çayım geldi. Çayım gelinceye kadar bile başka bir şey
isteyip istemediğimi soran adam, bir yandan önündeki kağıtları harıl harıl
karıştırıp bir yandan da neşeyle söyleniyordu kendince.
“Yahu Elçin, sen bu zamana kadar neredeydin? Bekle Allah
bekle!” türünden laf etse de beni neden bu kadar beklediğine bir anlam veremeden
öylece oturmaya devam ediyordum.
Bir şey isteyip istemediğimi bir kez daha sorduğunda garip bir
cevap verdim:
“Abim dışarıda, o da gelsin, ona da çay ikram edelim!”
Nedense abimin hemen yanımda olmasını istiyordum. Belki o bu
olanlara yanımda oursa bir açıklık getirebilir gibi...
Adam güleç bir ifadeyle, son derece sıcak ve samimi bir
içtenlikle abime baktı. “Ooooo yeğenim! Sen de mi buradaydın? Gel hele gel! Bir çay
da sen iç!” dedi.
Resmen sevinçten çırpınır gibi bir hali olan adamın abimi
tanıdığını sandım doğal olarak. Hatta öyle ki eski bir aile dostumuz filan da
olabilirdi! Ancak içeri gelen abim de sanki bu karşılama sevincine bir anlam
veremiyordu.
Artık yeter!
Dayanamayıp soruyorum:
“Beni bu kadar sevinçle karşılamanızı acaba ben neye
borçluyum?”
Adam kısa ve kesik bir bakış
attı önce. Sonra anlattı.
Meğerse bizim fakültenin yedek listesiyle bu adam
uğraşıyormuş. Bana bir kere kayıt yaptırmam için kağıt göndermiş, gelmemişim. Dolayısıyla ben kesin
kaydımı yaptırmadan asıl listeye geçecek kişiler de belirlenemiyor, habire
adamcağızı sıkıştırıp duruyorlarmış. Okul açılalı iki hafta olmuş, ben ortalıkta
olmadığım için yedek listedekiler şikayet edip duruyormuş. Şehir dışından
gelenler hele!
Meğer bu insanların hepsi benim paşa keyfimi bekliyormuş!
“Ne zaman asacaksınız kazanan yedekleri, okullar bile açıldı, dalga mı geçiyorsunuz siz?” diyerek
bir hayli de adamcağızı üzmüşler meğer...
Hal böyle olunca da adamın beni görmesiyle kuşlar gibi
hafiflemesi bir olmuş!
Benim için belirlenen kayıt günümün bitmesine koskoca iki
gün daha varken ben gelmişim! Daha ne
olsun!
Koskoca iki gün!
Kurtulmuş işte birileriyle kayıt için laf dalaşına girmekten!
Oh be!
Kayıt listesi dolmuş işte!
daha da kime ne!
daha da kime ne!
Bu defa hep birlikte gülerek çayımızı içtik; ben, abim ve
bilmem ne müdürü.
****Doğunun Parisi****
****Doğunun Parisi****
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder