10 Mayıs 2016 Salı

9 – ARÇİL ABLA, ŞOTA ABİ

arçil, şota, trabzonspor, erzurum, baki


Çok şükür insanlarla iletişim sorunum pek yaşamıyorum. Arada ne kadar kültür farkı da olsa hemen her kesimden insanla anlaşmanın bir yolu var ve ben o yolu nereden öğrenmisem, iyi biliyordum.
Hele de Erzurum’da kendime plaket üstüne plaket veriyordum: Aferin bana, tebrikler!

Bir yandan  şive öğrenme çabası, bir yandan da o sonuna kadar değişik kültür ve algı farklılığı...
Ve daha sayamayacağım birçok etken arasında kendime dostlar buluyor, dostluklar yaşatmaya başlıyordum.

Bunlardan biri de kantinde çalışan çocuklardan biri, Baki.

Ne kadar sevecen, ne kadar sıcak bir çocuktu baki. Bir de çirkin! Tam bir ördek yavrusu!
Kirpi gibi saçları, köküne kadar çürük dişleri, ayazdan katran karası rengi olmuş kuru teni. Bir de zayıf! Kupkuru! Sanırsın boğazından bir lokma geçmiyor!

Bakiyle ne zaman samimi olduk tam hatırlamıyorum. Yani o ilk an...
Hatırlamıyordum işte.

Sadece bildiğim bir şey vardı; o da konuştuğumuzdan beri bana hep Arçil Abla demesiydi.

Düşünüyordum, zor bir isme sahip olduğum için beceremeyip söyleyemiyordur belki diyordum. Aslında ismim yanlış telaffuz edildiğinde yaptığım ilk iş onları düzeltmek olurdu. “Elçin, benim adım Elçin.”, “Hayır Işıl değil, Elçin.”, “Evet Seçil’e çok benziyor doğru ama değil, benim adım Elçin.”, “Yo hayır hayır Çiçek değil, Elçin.”

İnsanlar genelde gıcık bir tip olduğumuz düşünüyor olabilirdi ama adım hangi maksatla konmuşsa işte aynı maksatla doğru telaffuz edilmelidir diye düşünürdüm. Hepsi bu.

Gel gör ki baki’ye bir kez bile “benim adım Elçin, Arçil değil.” demedim. Nedense Baki’nin beni, tıpkı hayatımda yer alan diğer insanlar gibi yanlış anlayacağını düşünüp, kırılmasını istemiyordum.

Ancak bir gün Baki bana “Şota Abi” dedi.
Haydaaaa!
Bu da nereden çıktı, hem Şota hem abi!

“Anlamadım Baki, ne dedin?” diye sordum dalgayla karışık.
“Şota Şota! Şota abi dedim!” dedi gayet kendinden emin ve gülümseyerek.

“O ne Allah aşkına baki? Şota da ne? Abi de nereden çıktı?” diyebildim.
“Şota abiyi soruyorum Arçil Abla! Yok mu senin abin?”

“Benim abim? Ha evet, Ercan. Onu mu diyorsun?”
“He he onu sordum onu. Nerede o?”

“Fakültesindeeeee...”
“E gelirdi hep şimdi niye yok?”

“Bilmem. Sınavlar başladı belki o yüzden. Hem sen ona niye Şota diyorsun?”
“Sana niye Arçil diyorsam ona da o yüzden Şota diyorum Arçil Abla!”

“Peki, bana neden Arçil abla diyorsun?”

Trabzonspor’da iki futbolcu var, kardeş onlar biliyor musun abla. Arçil’le Şota. Şota büyüğü, Arçil küçüğü. Ben de sizi onlara benzetiyorum. O yüzden sana Arçil abine de Şota diyorum. Hem de sana çok yakışıyo değil mi ama arçil Abla?”

****Doğunun Parisi****

8 – GEZEGEN GELİN GÜLEGEN KIZ

erzurum, dog, girl, atatürk üniversitesi, gezegen


Bizim bölüm başkanı, akıl almaz decede ilginç biriydi. Odasında yok, yok! Bir de bilmediği yok!
Her şeye rağmen içim ısındı bu adama, seviyorum.

Ne zaman başım sıkışacak olsa kendimi onun odasına zor atıyordum.
“Hocam, tornavidanızı alabilir miyim?”, “Hocam sizde shöchler kağıt var mı?”, “Hocam beş numara fırçanız var mı?”, “Hocam en iyi peyniri nereden alabilirim?”, “Hocam burası olmuş mu?”, “Hocam en uygun kiralık evler nerede?”, “Hocam semaver çayınızdan içebilir miyim?”, “Hocam ellerimi lavabonuzda yıkayabilir miyim?”,”Hocam başım ağrıyor.”,  “Hocam şövalem kırıldı!”...,

Kısacası, benden nefret ederdi.

Bütün bunlar yüzünden değil tabi. Anlıyorum ama neden,  onu pek anlayamıyordum.
Ben yine onun beni bu sevmezliğine pek aldırış etmeden odasının yollarını aşındırmaya devam ederdim.

Aradan bir yıl geçti; artık anladım. Meğerse sürekli gülüp durmama bozuluyormuş adamcağız. Hatta her derse fıkra anlatarak başlayan  adam, artık parmağıyla beni göstererek “Fıkra anlatacağım ama sen gülme!” diyerek başlıyordu.

E tabi o öyle söyleyince benim de gülesim geliyordu, başlıyordum kıs kıs gülmeye.
Bana bakıp bakıp suratını ekşiten hocamız, bana pek bozuluyordu. Büyük olasılıkla fıkralar haricinde de gülmeye devam ettiği için.

Yine de aldırmadan ben bildiğimi okuyordum. Bir de elimde değil; yürürken, birine bakarken, bir şeylere bakınırken sürekli gülümser bir ifade var yüzümde. Ne yapabilirim yani, ben de böyleydim işte.

Yıl sonuna yakın bir zamandı, yine hocamın odasının yolunu tuttum.  Bir şey istiyorum yine ondan; o da benim bu takım tıkırdan yana boş bulunmam üstüne bir fıkra daha anlattı. Elbetteki güldüm. 

Hocamın rengi bir anda attı.
Şöyle morun her bir tonunun gidip gelmesini rahatça seyredebildiğim bu renk atması beni biraz ürküttü. Tam olarak ne kadar ciddi bir durumla karşı karşıya olduğumu kestiremediğimden bu defa güldüğüm için kendime de kızıyordum.

Neyse ki hoca kendini toparlamak için ufak girişimlerde bulundu. Önce derin derin nefes aldı, öfkeli gözleriyle bana bakıp iki elinin başparmaklarını diğer parmak uçlarıyla aynı noktada birleştirip şöyle dedi:

“Bak, bizim buralarda bir laf vardır. Gezegen gelinden, gülegen kızdan, kapıdaki köpek yahşidir.”

Baktım.
Bana köpek dedi.

Düşündüm.
Hayır öyle demedi. Daha da kötüsünü dedi. Bana resmen “it” dedi!

Sinirlerim elden gidiyor,  tutamıyorum!

“Ay hocam! O ne biçim bir lafmış öyle? Kim demiş onu Allah aşkına? Köpek ha! Hem de sokak köpeği! Yani ben, öyle mi?”


Hocam birleştirdiği parmaklarıyla donmuş bir vaziyette bana bakmayı bir süre sürdürdü. Bir an gerçekten de hiç çözülmeyecek sandım. Şükür ki kafasını sallayarak hayretini sessizce ifade ettikten sonra istediğim şeyi verip beni elinin tersiyle odasından def etti! 

****Doğunun Parisi****

7 – SEVİLAY, SEVİLAY, SEVİLAY LAY LAY LA LA LAY

sevilay,ezurum, atatürk üniversitesi


Erzurum’da ilk tanıştığım kızın adı Sevilay.
İkinci tanıştığım kızın adı da Sevilay.

Üçüncü tanıştığım değil ama kısa bir süre sonra tanıştığım kızın adı da Sevilay.

Bu Sevilayların hepsi de üstelik yakın yerde duruyor hayatımda.
Biri abimin kız arkadaşı, biri sınıf arkadaşım, biri de abimin kız arkadaşının yurttan oda arkadaşı. Yani abimin Sevilayının Sevilayı!

Evde abimle bir şey konuşacak olsak, işin içinden çıkamıyoruz. “Hangi Sevilay?” diye sormaya görsün; senin Sevilay, benim Sevilay, öbür Sevilay diye ağzımdan tükürükler saça saça anlattığıma anlatacağıma bin pişman oluyorum.

Hepsiyle bir  arada olunca da daha tuhaf bir ortam oluşuyor. İster istemez Sevilay’dan başka bir mevzu olamıyor.

“Sevilay” diyorum “efendim” diyen bir koro.

Sinirlerim bozuluyor bir yerden sonra. Sinirim bozulunca da gülerim; ben gülüyorum, Sevilaylar gülüyor. Ben de “Sana değil o Sevilay’a Sevilay demiştim.” deyince ortalığı iyice geyik sürüsü kaplıyor.

“Ben de bana Sevilay diyorsun sandım, hani benim de adım Sevilay ya...”

Kötü bir şaka gibiydi.
Ve yıllarca sürdü gitti.

Ancak ben farkında olmadan bu durum beni bir alışkanlığa götürmüş, sonraları fark ettim.
İlk sömestr tatilimde İstanbul’a geldiğimde önüme çıkan her kıza Sevilay diyordum. Hele hele yeni tanıştığım bir kız filan varsa adının kesin olarak Sevilay olduğunu düşünüyordum.

Ne yapayım; evde Sevilay, okulda Sevilay, yolda Sevilay...


Mitoz bölünmeyle çoğalıyor gibiler ay..
Sevilay lay lay la la lay!

****Doğunun Parisi****

6 – AY GEÇMİŞ OLSUN

Prof.Dr. Kemalettin Yiğiter, atatürk üniversitesi, güzel sanatlar fakültesi, dekan


Okul yöneticilerinin ve hocalarının odaları bir kata sıkıştırılmış. Benim de bir ayağım bu katta. Kâh bir soru, kâh bir onay için gidip gidip geliyorum.

Bu kata gidip gelirken de bir adamla karşılaşırdım. Sevimli, güler yüzlü, boylu poslu, orta yaşın üstünde yakışıklı bir adamdı bu. Nedense koridorda oraya buraya giderken görürdüm onu.

Bu adama nedenini bilmem ama müthiş derecede kanım kaynamıştı. En çok da güler yüzlü olmasına bayılmıştım. Gerçekten de somurtkan insanlardan nefret ediyordum. Nasıl olur da o kadar uzun süreli somurtkan kalabildiklerine hep hayret etmişimdir. Kaldı ki Erzurum’da güler yüzlü insan bulmak  öyle sanıldığı gibi sıradan bir şey de değil. Resmen mumla arıyorsunuz!

İşte bu adamla ne zaman karşılaşacak olsak içimi bir sevinç kaplıyordu, olsun ki çok eski bir dostumu görmüşüm ya da çok sıkı fıkı olduğum sıcak bir arkadaşımı görmüş gibi. Üstelik “Çok şükür, benden başka da sebepsiz gülebilen insanlar varmış!” diyerek için için de mutlu olurdum.

Bir gün yine hocalardan birinin odasından çıkmıştım, sınıfa doğru gidiyordum ki ne göreyim! Benim adamım geliyor ama sol elinin baş parmağında kafam kadar bir sargı! Bir telaşlandım, sorma gitsin!
Üzüntümden ne yapacağımı şaşırdım. Hemen atıldım söze o benim yanımdan geçerken; koridor hukukumuza dayalı olarak:
“Çok geçmiş olsun, neyiniz var?”

Adam, beklemediği bu ilgi karşısında duraksadı önce ama güleç yüzünü kaplayan o şüpheci bakışlar kısa bir sürede dağıldı. Sevimli bir hareketle elini kaldırıp “Baş parmağımı kırdım ama önemli değil. Kısa sürede geçermiş.” dedi. Ani bir refleksle cevap verdim:

“Öyle mi? Çok üzüldüm. Umarım gerçekten de kısa sürede geçer.”

Kaşlarını kaldırıp kısa bir şaşkınlık sonrası teşekkür edip yoluna saygılı bir selam verdikten sonra devam etti.

Adamımla kısa da olsa bu sıcak iletişimimiz aslında beni mutlu etti. Evet, yoldan geçen sevimli insanları bile sevebilecek kadar sıcak bir yüreğim vardı ama sevdiğim insanlarla paylaşımlarda bulunmak aslında beni daha da mutlu ederdi. Yani adamımla bir anımız olmuştu, şöyle ya da böyle. Ama bu çok güzel ve çok değerliydi benim için.

Bu sevimli adamın başına bir daha kötü şeyler gelmesin diye dualar ederek sınıfa geçtim.

Aradan birkaç gün geçti, ortalıkta bir lakırdı: “Dekan her an baskın yapıp bizi kontrol edebilir!”
O zamana kadar hiç merak etmediğim bir şey geldi aklıma ve arkadaşlara  sordum. 

“Sahiden de yahu, kim bizim dekan?”

İsmini söylüyorlar Prof. Dr. Kemal Yiğiter diyorlar ama benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Öylesine bir isimdi işte. Ben ne bileyim o kim?

“Yahu tarif edin şu adamı. Belki bir yerlerde görmüşümdür.” diyorum. Başlıyorlar anlatmaya; yaşlıca, sessiz sedasız bir profesörmüş işte. Kesinlikle hiç ama hiç tanıdık gelmiyor!

O gün artık kaç kişiyi bunalttıysam bilinmez, fakültenin dışındaki balkondan etrafı seyrettiğim sırada bir arkadaş koluma bir çimdik atıverdi. “Bak Elçin bak, bu gelen dekan!” dedi.

Etrafıma baktım, ortalarda tasvire uygun ne gelen vardı ne giden. Bu defa beni çimdikleyen arkadaş durumu anlamış olacak ki gelen bir arabayı gösterdi.”Bak, işte  şu arabanın içinde. Bu onun makam arabası. Birazdan önümüzde duracak ve içinden dekan çıkacak. O zaman sen de onu  görmüş olursun!”

Heyecanla dekanı beklemeye koyuldum.

Arabanın öyle hız falan yapabilecek hali pek yoktu. Eski Renault arkası kesik arabalardan ve benzin kokusu o kadar mesafeden bile boğazımı yakmayı becerebiliyordu.

Takırdaya tıkırdaya gelen siyah araba sahiden de balkonun dibine park etti. Bu sırada beni çimdikleyen arkadaş ortalıktan yok olmuştu. Nedense Anadolu insanının böyle utangaç bir yanı vardı, o da bir Anadolu çocuğu olduğuna göre ortadan kaybolması son derece normaldi.
Onun yokluğuna çok aldırmadan dekanı meraklı gözlerle beklemeye koyuldum.

O benim dekanımsa sanırım onu tanıma hakkım da vardı.

Veeee...
Arabanın köhne kapısı açıldıııııı. İçinden dekan çıktııııııı.
Aaaaaaaaa!

Ama bu benim sevimli adam!

Adamım arabadan tam bir beyefendi olarak tüm mütevaziliğiyle indi. Merdivenlere yöneldi. Yine o sevimli, güleç haliyle nasıl olduysa beni fark etti. Elini gülerek bana gösterip baş parmağıyla ufak bir selam çaktı.
İster istemez dudaklarımdan döküldü kelimeler.


“Aaaa... Eliniz... İyileşmiş... Çok geçmiş olsun.”

****Doğunun Parisi****

5 – İNDİM HAVUZBAŞINA BİR KIZ ÇIKTI KARŞIMA

erzurum, yenişehir, havuzbaşı


İlk  yıl Yenişehir’de oturdum. Yenişehir’e  giden minibüsler de Havuz Başından geçiyordu. O  zamanlar ilk duraklarının neresi olduğuna dair de herhangi bir fikrim yoktu.

Ve o güne kadar havaların da muhteşem bir güzellikte sürüp gitmesinden dolayı eve arabayla hiç gitmedim. Erzurum’un en sevdiğim yanı da zaten buydu; şehrin her yerine en fazla yarım saatlik bir yürüyüşle gidebiliyorsunuz.

O gün bir arkadaşla birlikte şehre yürüyelim, oradan da nasıl olsa Yenişehir minibüsleri geçiyor; atlar giderim dedim. Yoksa hem Havuz Başına yürü, hem oradan eve yürü; yok artık, o kadar da değildi!
Geldik Havuz Başına, arkadaşla vedalaştık. O, havuz başından aşağı doğru yürümeye başladı, ben de havuz başında dikiliyorum. Dikilmeyip ne yapayım?

Erzurum’da minibüs ve otobüs alışkanlıkları öyle İstanbul'dakine pek benzemediğinden “normal”lerime göre bir tahmin yürütemiyordum. Havuz başından Yenişehir minibüsleri geçiyor evet ama bunların hangisi geliyor, hangisi gidiyor? Belli değil.

Havuz başı yusyuvarlak bir yer, etrafında yol! Arabaların hepsi dönüyor!

Havuz başında fır fır dönen bu minibüslerden hangisinin beni eve götürecek olduğunu bir türlü kestiremiyordum. İlk durağı da bilmediğim için de oraya kadar yürüyemiyor öylece dikiliyordum. 
Akşamın karanlığı da ha çöktü ha çökecek! Benim bu işi çözmem lazım deyip önümde duran ilk Yenişehir minibüsüne bindim. Öyle ya; ya ilk durağa doğru gidiyoruz ya son durağa!

Havuz başında bir tur attık ve durduk.

“Evet, son durak! Yolcu kalmasın!” diye şoför ve muavinlik yapan küçük çocuk duyuru yaptı. Ama ortalıkta durak filan yoktu, basbayağı yolun ortası bir yer. Doğal olarak onlara sordum: “Yenişehir’e giden minibüse nereden binebilirim?”
Bana tam da bindiğim yeri gösteriyorlar. Kanım donuyor...

İndim tabi.

İner inmez daha az önce havuz başına kadar yürüdüğümüz arkadaşla burun buruna geliyoruz. İkimiz de şaşkınız. O bana bakıyor, ben ona derken kahkahayı patlatıyoruz. Ben sinirden,o şaşkınlıktan.
“Elçin, senin burada ne işin var? Buraya nasıl bu kadar çabuk gelebildin? Hem sen eve gitmiyor muydun?” dedi.

Kendimi toparlamaya çalışarak sinirle cevap verdim.

“Evet ama gidemiyorum işte! Bu minibüslerin hangisi benim evime gidiyor, bilemiyorum ki! Bunların hepsi dönüp duruyor! Hepsi de tıklım tıklım insan dolu! Nereden anlamam gerekiyor gelenle gideni, nasıl ayırt etmem gerekiyor? Sen biliyor musun, bu minibüslerden hangisi evin oradan geçiyor?”

Bana tıpkı şoför gibi bindiğim yeri gösteriyor ve ekliyor:

“Evet gelen de giden de önce burada şöyle bir yarım tur atıyor. Ama beş on adım ileride şu ağacın dibinde binersen eve gidebilirsin, yoksa böyle döner döner durursun.”

Teşekkür edip ayrıldım.

Aklıma havuz başı türküsü geldi. Acaba diyorum, havuz başında şairin karşısına çıkan kız da benim gibi evine gitmeye çalışırken trafiğin o anlamsız düzeneğinde kaybolup buraya takılıp kalan biri miydi diye.

****Doğunun Parisi****


4 – KARAKOLDA AYNA VAR

karakolda ayna var, erzurum, atatürk üniversitesi,


Elime aldım fotoğraf makinemi, çekim yapmak istiyorum Erzurum’da.
Kâh bir böcek, kâh bir çiçek...

Hiç farketmezdi benim için; yeter ki buraya has bir şey olsun. Ama bir türlü karar veremiyordum neyi ve nereyi çekeceğime.

Düşünüyordum; önce etrafı kolaçan edeyim, nerede ne var bakayım, sonra da gelip çekim yapayım diyordum.

Ve...
Beklediğim gün gelip çattı.

Hafta sonu çekim için anlaştığımız arkadaşla lay lay lom yaparak başlıyoruz güne.

Önce Şehitlik.

Orada yapılan Kurtuluş Savaşlarında kanlarını dökmüş olan şehitler için üç direkli anıt dikmiş Erzurumlular. Bir de şehitlerin savaş esnasında kılıç, kalkan atılımlarını ifade eden koca bir heykel.
Ayrıntılar alıyorum, alttan üstten... Sonra arkadaşı koyuyorum anıtın önüne hatıra fotoğrafı çekiyorum.

Oradan geçiyoruz hemen karşısında ve adını bir türlü adam gibi öğrenemediğim parka. Parkın aman aman bir özelliği yok aslında. Düz bir beton. O betonun bitiminde de dikdörtgen prizma üstünde dalgalanan bir bayrak figürü. Ben bile yaparım bu heykeli! Acaba çok mu para veriyorlar bunu yaptırmak için diye de söyleniyorum.  Ya da böyle bir parkı dizayn etmek için çok mu uğraştılar sahiden diyorum. Hayatımda görüp göreceğim en anlamsız hatta saçma sapan diyebileceğim bu parkı, sırf bu anlamsızlığı yüzünden çekiyorum. Yine son kare olarak arkadaşı heykelin önüne dikip hatıra fotoğrafı çekiyorum.

Sonraki durağımız Havuz Başı olarak adlandırılan yerdi. Havuz Başı, aslında hoş bir yer. Erzurum’un o kuru, soğuk ve tek tip şehirciliğine ufak da olsa bir renk katıyordu. Hatta burası olmazsa Erzurum, Erzurum olmaz bile diyebilirdim. Abartmıyorum. İnsanlar için de ayrı bir yeri olduğu çok belliydi. Gelip çekirdeklerini gönül rahatlığıyla çitleyebildikleri ender yerlerin başında geliyordu havuz başı. Daha ne olsun! Hem havuzun içinden şöyle sular fışkırıyor, insanın yüzüne bir ferahlık esiyor falan. Erzurum’da deniz mi var, göl mü var? Şehrin ortasında böyle akan suya doya doya bakmakta bence sonuna kadar haklılar.

Havuz başına bir de Atatürk heykeli dikmişler. Atatürk konulu çalışma bir de Şehitlikte var.
Ve bir de belediyenin önünde büst olarak var. Şehrin diğer yerlerinde başka başka heykeller de var ama onlar Erzurum’un kahraman halkından örneklemeler.  Mesela en meşhuru Nene Hatun heykeli. O heykel de havuz başından başlayan caddenin yani Cumhuriyet Caddesinin bitiminde yer alıyor. Her küçük ilin bir mecburiyet caddesi vardır ya hani Erzurum'unki de işte bu; Cumhuriyet Caddesi.
Bana kalırsa Erzurum'daki en güzel heykel, havuz başında dikilip şehrin en işlek caddesine bakarak halkını selamlayan işte bu Atatürk heykeliydi. Alt figürleri falan da güzel işlenmişti üstelik. Hem de ne taraftan bakarsan bak, yaşayan bir heykeldi bu. Gayet güzel bir biçimde yapılmıştı. Bol bol fotoğrafını çektim. Sonra yine bir hatıra fotoğrafı...

Derken karar veremiyorum. Şimdi nereye gitmeli? Acaba havuz başına açılan bu dört caddeden hangisine gitmeliydik? Havuz başına açılan dört ayrı caddede de belirlediğim yerler vardı.
Çekimden sonra bir şeyler yer içeriz düşüncesiyle hemen sağımızdaki caddeyi tercih ettik.

Ve...
İlk ev.

İşte bu evin bahçesini çok seviyorum.
Aslına bakılırsa burası güzel bir ev filan değildi ama bir özelliği vardı.
Erzurum’da dış mimarisi düşünülerek ve bir estetik kaygı hissedilerek bir şeyler yapılmak istenilen o zamanlardaki tek binaydı burası.

Küçük bir de bahçesi vardı. Budanmış ağaçların dikenli tel görünümü vermesine rağmen şirinliğini koruyabilen evden bir kare almayı başarıyorum. Sonra beğenmiyorum, daha güzel  bir açı araştırıyorum, yeniden deniyorum derken...

Bir anda ortalık karışıyor!

Bahçeden bir görevli bağıra çağıra, eller kollar havada fırlayıveriyor karşımıza!
Bana ne yaptığımı soruyor, elimdeki fotoğraf makinesiyle şaşkın şaşkın adama bakıyorum. Kem küm ederek fotoğraf çekimi yaptığıma dair bazı lakırdılar ediyorum. Beni dinlemiyor.

Zaten dinlemesine de fırsat kalmıyor çünkü...

Na-ni-na-niiii-naaaa-niiii diye seslerle etrafımız çevriliyor bir anda. Hemen yanımızdaki caddeye dizilen polis arabalarından inen polisler bizi tutup arabalardan birine sokuyor ve doğruca karakola!
Hayretle neler olduğunu soruyorum, komiser dedikleri adam cevap veriyor:

İhbar yapıldı bize, valinin evini gözetleyen şüpheli şahıslar olduğunu söylediler, atlayıp geldik!”
Hayretim bir kat daha artıyor.

“O şüpheli şahıslar biz mi oluyoruz?” diye soruyorum. Önce bir sessizlik çöküyor havaya, sonra polisler birbirine bakarak kıkırdarken o sessizliği kendileri bozuyor.

Öyle ya, gözetleyen adan elinde fotoğraf makinesi, valinin evinin dibinde mi yapardı bu işi?
Karakolun önünde dizi dizi arabalarla geldiğimiz konvoydan iniyoruz. Ben hâlâ “içeri” alınacağımızı düşünmüyor, oradan salıverileceğimizi sanıyorum. Çünkü bana kalırsa onlar da anladı bizim alt tarafı iki öğrenci  olduğumuzu. Dahası kötü niyetli olmadığımız gün gibi ortada. Salak değillerdi ya şıp diye anladılar tabi!

“Şöyle gelin kızlar, ifadenizi alalım.” diyorlar. Biz iki kafadar birbirimize baka baka karakoldan içeri giriyoruz. Aman bir polis kaynıyor  ortalık, sorma gitsin! Aklımız ha durdu ha duracak!

Sanki Erzurum’un bütün polisleri oraya dökülmüş!
Hepsi bizi görünce önce bir kalıp sonra “pıh” diye bir ses çıkarıp elleriyle ağızlarını tıkayarak kıkırdamaya başlıyor. Kimisi “Şüpheli şahıs bunlar mıymış?” diye alenen söylüyor da.
Sonra bir odaya alıyorlar bizi, sonra da ifademizi...

Karakolun başı olan adam bizi görmek istiyor; giriyoruz.

Nursuz, suratsız, meymenetsiz bir herif!

Beni bir azarlıyor, donup kalıyorum. Yok benim  başka işim mi yokmuş  da fotoğraf çekiyormuşum! Yok efendim çekecek başka yer mi yokmuş da bula bula valinin konağını mı bulmuş çekmişim! Hem ben biliyor muymuşum Ömer Sabancı’nın nasıl öldürüldüğünü?

Bir azar, bir azar; sinirden kıpkırmızı oluyorum.

Normal şartlar altında bu herifin hakkından gelemeyecek biri değildim ama malumunuz karakoldayız ve bilmediğim bir ayna mevzusu var ki gözlerim dört dönüyor. Acaba bu ayna nedir, nerededir diye merakla etrafı inceliyorum. Ne bilirim ben aynayı, aynasızı!

“Haydi şimdi git, bir daha da gelme!” diyerek beni odasından kovan nursuz herifin yanından çıktım. Ben de hiç olmazsa çıkarken bir şeyler yapayım düşüncesiyle, kapıyı küt diye çarparak çıktım.
Var mı öyle karşımda bar bar bağırmak!

Çıktım ki ne göreyim? 

Benim makineler polislerin elinde oyuncak olmuş! Makineler elden ele dolaşıp kurcalanıyor! Bir de dilde bir mevzu: “Acaba kaça satar?”, “Bedavaya konarız be!”

Zaten içeride azarı yemişim! Bir de bunları böyle görünce bir hışımla atılıverdim odaya.
“Ne yapıyorsunuz siz? Bozacaksınız ya hu!” 

Polisler bakakalıyorlar bana.
Sonra derlenip toparlanarak kendilerine geliyorlar. İçlerinden biri konuyu toparlıyor:

“Bunun içindeki filmi almamız lazım. Çıkaralım!”

“Hayır!” diye bir kez daha atılıyorum.
Öyle ha deyince film çıkar mı? Karanlık odada çıkması lazım. Ben çıkarırım! Olmazsa hemen şuradan bir fotoğrafçıya verelim tab etsin, ben de size o lanet kareyi vereyim; ne yaparsanız yapın! Ama diğerlerini veremem, onlar benim!”

Garip garip yüzüme bakıyorlar. Aslında isteseler değil filmleri, makinelerimi bile alabileceklerini bal gibi anladım. Ama kendimi savunmayı da ihmal etmek istemiyorum. Sorun çıkarmıyorlar.
Anlaşıyoruz.

Filme gerek yok diyorlar ancak hakkımızdaki suç işlemesi mi ne onun gibi bir şey dediler, işte ondan yapacaklarmış. İtiraz ediyorum!

“Fotoğraf çekmek yasaktır diye bir tabelanın olmadığı her yerde fotoğraf çekilir ve bu suç değildir! Ben orada öyle bir tabela görmedim!” dedim.

Böyle alevli alevli kendimi savunurken polislerin yüzüne ablak bir ifade gelip oturdu.
“Vardı” diye fısıldadı birisi, hemen ona dönüp “YOKTU!” diye sesimi yükselttim. Bir diğeri durumu kurtarabilmek için “vardır” diye sürdürdü sürtüşmeyi.

“Hayır yoktu!” diye ısrar ettim.

Olmuyor, üç yüz metre mesafedeki “olay mahalli”ne bir ekip arabası gönderdiler. Sonra telsizle olduğumuz yere bildiri yaptılar.


“Şüpheli şahısları serbest bırakın, burada öyle bir ibare yok!”

****Doğunun Parisi****

3 – FALIMDA NİŞAN VAR NİŞAN

erzurum, atatürk üniversitesi, güzel sanatlar fakültesi, nişan


Zaten okulların açılmasının üzerinden iki hafta geçmiş, ben isteksizce tam iki hafta gecikmeyle gelmişim buralara, bu yetmezmiş gibi bir de farkında olmadan bir yığın insana eziyet etmişim; meğer onca insan iki hafta boyunca benim yüzümden sokaklarda sürünmüşler...

Canımın sıkıntısıyla ve olabildiğince asık bir suratla dersin yapıldığı sınıf mıdır, atölye midir adı her neyse işte oradan içeri girdim.

Bir kenarı bir buçuk, diğer kenarı bir metre civarında olan dikdörtgen masaların altışarlı olarak dizildiği yer, atölye filan değil basbayağı sınıftı işte!

Ve sınıfta herkes yerini almış, yerleşmişti.  E tabi onca zaman içinde suyun içindeki taşlar bile yerine oturur, bu insanlar masalarına mı oturamayacak?

Öndeki ilk iki masa boştu. Bunlardan biri benim olmalı deyip en öndekine oturdum ve hocanın gelmesini beklemeye koyuldum.

Hoca gelince dersle ilgili bir sürü şey anlatmaya başladı, espas diyor, hurufat diyor, ancak ben hiçbir şey anlamıyordum. Derken kapı iki kez çok kısa aralıklarla tıklandı ve hemen ardından içeri doğru açılan boşluktan bir kafa süzüldü. Özürlerini sunarak sınıfa giren kafanın sahibi olan çocukla göz göze geldik.

Bana bakıp sırıtan çocuk, arkamdaki masaya geçip oturdu. Hoca ise espaslara hurufatlara devam ediyordu. Benim kafam ise kazan gibi olmuştu dersin daha ilk dakikalarında.

Neyse sabretmekte fayda var deyip “Sık dişini kızım!” diyorum, sık sık daha dersin on dakikası geçmiş!

Bir ara omzuma birinin tıkladığını hissettim. Beklemediğim bu dokunuşla tüylerim diken diken oldu. İrkilerek dönsem mi dönmesem mi karmaşası yaşıyordum. Kimdi bu benim sosyal alanıma izinsiz giriş yapan kişi?

En önde oturduğum için ders anlatmakla meşgul olan hocanın gözünün önünde arkama dönüp bakmaya önce cesaret edemedim ama tık tıklar devam edince hızla sinirli bir halde dönüp baktım. Ne göreyim az önce solucan gibi uzanıp sınıfa giren çocuk!

Az önceki o pis sırıtışıyla bakıp “Masam oturmuşsun” dedi. 

Sinirim iyice tepemden fırladı, öfkeyle “Kalkayım buyur, gel sen otur!” dedim.  Kibarlık gereği böyle bir şeyi kabul edemeyeceğini söyledi. Ben ise o ağzını her açtıkça daha da fazla sinirleniyordum.
Geldiğinden beri içimde garip bir his uyandıran bu solucan, ders boyunca omzuma tıklayıp habire bir şeyler sorup durdu.

Neyse ki zil çaldı ve ben nihayet özgürlüğüme kavuştum!

Kendimi dışarı atıp derin derin nefes alarak rahatlamak gibi bir niyetim vardı aslında. Ama...

Şu solucan!
Yanımda!
Ben gidiyorum o da benle beraber geliyor!
Üstelik yine o pis sırıtışıyla!

“Kantin bu tarafta,sana çay ısmarlıyayım.” Dedi. Ben ise hem bu solucanı başımdan atmak istiyor hem de gelir gelmez bir terslik çıksın istemiyordum.

Böylelikle kantine gittik, çayımızı içtik ve...
Bizimki başladı mı çay falına bakmaya!

Bardağa mı bakıp fal okuyor, bana mı bakıp sıralıyor belli değil.

Yok efendim falımda nişan varmış nişan, hem de ne nişan! Dillere destan!  Millet çatlıyormuş kıskançlıktan. Sıraya diziliyormuş beni tebrik etmek için! Hele şu nişanlandığım kişi öyle biri ki nişandan daha meşhur, daha güzel!
Aman da aman!


Pek yakında da görecekmişim üstelik bu nişanı. Sadece ben mi? Herkes görecekmiş nişan nasıl olurmuş!
Nişanlı,nasıl olurmuş!

****Doğunun Parisi****